30 Mayıs 2013

Zekâ Parıltısı

Bodrum'da umumi bir tuvalette çekmiştim bunu.
Adam öncesinde (Türkçe) yazmazsa ücret'in Türkçe bir kelime olduğunu anlamayacak kimse. Keza, (England) yazmazsa price'ın İngilizce olduğunu nereden bilsin millet. Yalnız, sadece İngiltereliler ha, (English) yazmıyor, dikkat ettiniz mi? Misal, Hollandalı falansanız donunuza yapmanız gerekecek. Ne yapalım, başa gelen çekilir.

29 Mayıs 2013

Önce

Çıktığım dağlar küllenirdi içimde
sessiz, serin sulara inerdim
ceylanlardan önce

sular yıkayabilirdi beni o zamanlar

güneş alırdı içimin avlusunu

uyurken sızlıyor içimdeki can:

kanlısıydım öldürdüm
çoğaldı düşlerim
uyuduğum uyku artık ikimizin yerine
sanki o sağ ben ölüyüm
her gece her gece her gece

Murathan Mungan

28 Mayıs 2013

Adam Olmak İçin Okumak

Okumak insana ne kazandırır? Yakın zamanlara kadar böyle bir sorunun sorulması gereksiz görülebilirdi. Çünkü insanın okumakla kazançlı çıktığı o kadar açık seçikti ki, kimsenin aklına böyle bir soru sormak gelmezdi. Halk arasında sıklıkla söylenen, "oku adam ol," sözünün de gösterdiği gibi, yakın zamanlara kadar adam olmanın yolunun kuşkuya yer bırakmayacak derecede okumaktan geçtiğine inanılırdı, ve adam olmak, "vezir olmuşsun ama adam olamamışsın," deyişiyle sona eren halk hikayesinde de görüldüğü gibi, mal mülk, makam mevki sahibi olmakla gerçekleşmeyen bir şeydi. Bugün de bu soru gereksiz görülebilir, ama farklı bir nedenden dolayı: Artık adam olmak, yani okumakla kazanılan şey, pek de itibar edilen bir şey değil, insanların ruhuna yön veren bir şey değil. Ancak, insanların nezdindeki yerini yitirmiş olması, kendi değerini de yitirmiş olduğu anlamına gelmez. O halde bu soruyu bugün de sormalıyız: Okumak insana ne kazandırır?
Arthur Schopenhauer

Filozof haklı; bugün, dünyanın dört bir yanında diplomalı işsizlerin sayısının milyonları bulmuş olması bize son derece açık ve net bir biçimde gösteriyor ki, okumakla adam olunma devri çoktan geçip gitmiş. Gelgelelim, adam olmak'tan kastımız nedir? Bundan önce, okumak'tan kastımız nedir? 

Eğer okumak dediğimiz şey yalnızca okula gitmek, diploma almaksa, o zaman pek de derinlere dalmaya gerek yok. Dünyanın diğer ülkelerini bilmem ama Türkiye'de, kendi ders kitapları dahil, tek bir kitap, evet, tek bir kitap okumadan üniversite diploması alan nice insanlar var. Bizzat tanıdığım böyleleri var, o yüzden bu kadar rahat konuşuyorum. Ama bunu geçin, bu ne ki, Türkiye'de, profesör olduğu halde, evet profesör, hatta bir kere de koyu yazayım, profesör, bir kere de italik yazayım, profesör, yazmışken bir de İngilizce yazayım tam olsun, professor olduğu halde, kitap okumayan insanlar var. O halde bir kez daha söyleyelim, okumakla adam olunmuyor. Ama yukarıda dediğimiz gibi, eğer okumak'tan kasıt diploma almaksa. Yok, diploma almaktan daha öte bir şeyse okumak, o zaman biraz daha irdelemek gerek. 


Beş-altı yıl önce bir arkadaşımla yaz tatilini İzmir'de geçiriyorduk. O, İngilizce kursuna gidiyordu, bense aylaklık ediyordum, bir de kitap mitap okuyordum boyuna. İzmir'in sıcak mı sıcak havası akşam olup da biraz serinleyince hep dışarı çıkıyorduk. Parkta yürüyüş falan yapıyorduk, o sırada da memleket ve dünya meseleleri üzerine atıp tutuyorduk ha bire. Bir gün okumaktan açıldı konu. Ben diyeyim iki, siz deyin üç saat okumak hakkında konuştuk. Arkadaşım meseleye, kelimenin tam anlamıyla at gözlüğüyle bakıyordu. O kadar basit kalıpları vardı ki kitap okumaya dair, roman, hikâye okumanın vakit kaybı olduğunu demeye getiriyordu. Bense bıkıp usanmadan, üstüne basa basa, okumanın insanın dünyasını genişlettiğini, insanı daha bir insan yaptığını anlatıyordum. Arkadaşıma kalırsa, öğrenmemiz gereken birkaç şey vardı ve onları da öğrenebileceğimiz internet, sinema gibi başka kanallar vardı artık, ne gerek vardı kitap okumaya. En çok da sinemayı örnek gösteriyordu. Ona kalırsa bir kitap bir film demekti. Arkadaşım, bu ülkede belki milyonlarca insanın paylaştığı düşünceleri dile getiriyordu. 


Her zaman söylediğim bir şey var, eğitim-öğretim düzenimizin en büyük handikaplarından biri, hatta en büyüğü, çocuklara kitap okumayı öğretemiyor oluşudur. Bir çocuğa kitap okumayı öğretmek için ilk olarak benimsetilmesi gereken şey, okumanın niçin gerekli olduğu, insana bütün bir hayatı boyunca ne kazandıracağıdır. Söz konusu halk hikâyesinde adam oğluna, "vezir olmuşsun ama adam olamamışsın," diyor. Bizim ülkede adam olmak, bir mevki sahibi olmakla eşdeğer görüldü, hâlâ da öyle görülüyor. Çünkü okul görevini yerine getiremiyor. 


Bunlar iyi güzel de, okumak tam olarak nedir, diye sorulabilir. Okumak, orada burada reklamı yapılan çoksatar kıytırık romanları alıp bitirmek değildir kuşkusuz. Ferrarisini Satan Bilge'yi okusan ne okumasan ne. Okumak, her şeyden önce, sürekli olması gereken bir iştir. Her dilin kendi başyapıtları vardır, onları okumak, en azından okumaya uğraşmaktır. Bir de bütün dünyada klasik olmuş, bu adın hakkını vermiş kitapları, –en azından birkaçını– okumaktır. Bunların dışında, ilgi duyduğun alanlarda, ilgilerini beslemek, meraklarını gidermek için sürekli araştırmak, bunun için de o alanlarla ilgili nitelikli kitapları durmadan okumaktır. Ayrıca, sürekli olarak yaptığın işi, yani mesleğini ilgilendiren konularda, kedini geliştirmek, en önemlisi de yerinde saymamak için ilgili konularda okumaktır. Misal, edebiyat öğretmeniysen edebiyat dergilerini, fizikçiysen fizik üzerine yazılan makaleleri vb. takip edip okumaktır. 


Bunları yaptığında, kişi insan olarak değer kazanır. Her şeyden önce, diğer canlılardan, mesela hayvanlardan bir farkı olur, yalnızca beyin değil, –çünkü o hayvanlarda da var– akıl sahibi de olur. Üzerinde yaşadığı dünya, içinde yaşadığı toplumla ilgili olarak pek çok konu hakkında fikirleri olur. Hepsinden önemlisi, okuyan insan analitik düşünmeyi öğrenir. Yani, herhangi bir konuya çok yönlü bakmasını bilir. İşte, zaten adam olmak'tan kasıt da budur. Yoksa, bugün adının önünde Prof. Dr. yazan sürüyle insanın örneğinde olduğu gibi bir unvan sahibi olmak değil. Bir eşeği de getirip eğitsen, belli bir seviyeye gelir, görülmemiş duyulmamış şey değil yani.

25 Mayıs 2013

Panta Rhei*

Duyup da anlamayanlar, sağır gibidirler. Şu atasözü nasıl da uyuyor onlara: Varken yoklar.
Herakleitos, 34. Fragman

İnsanlar, sınırları için olduğu kadar, yasaları için de savaşmalıdırlar.
44. Fragman

Ruhları dillerinden anlamayanların gözleri ve kulakları yalancı şahitlerdir.
107. Fragman



* Her şey akar. Herakleitos.

23 Mayıs 2013

Sinema Güzeldir

Bekir, orta halli bir ailenin çocuğu olarak babasının halı-mobilya mağazasını işletmektedir. Bir gün mağazaya Uğur adında bir genç kız gelir ve Bekir'in pek de farkında olmadan gönlünü çalar. Fakat genç kız, Zagor lakaplı hapiste olan bir serseriye âşıktır. Karşılığını bulamayan kalplere tutkun bu üç insanın yolu, tutkunun beslediği bir kaderle birbirine bağlanır. Zagor hapisten çıkar ve Uğur`un annesinin yasak aşk yaşadığı Cevat'ı öldürüp kaçar. Aynı gece Uğur da kaybolur. Bekir ise Uğur'a olan delicesine aşkı ile boğuşurken ailesinin bulduğu bir kızla evlenip, yeni bir yaşama başlar; ama aylar sonra, bir gece TV izlerken Zagor'un İzmir'de iki polisi öldürüp yakalanması görüntüleri içinde Uğur'u görür. Artık bütün çabası ona ulaşmak içindir. Bekir, bu aşkın peşinde yıllar yılı sürecek amansız bir takibe başlar; taşra pavyonlarında, üçüncü sınıf otel odalarında, esrar âlemlerinde Uğur'un peşinden sürüklenir. Aşkının peşinde, kendini hiçe sayarak sürecek bu kovalamaca ile gururunu, benliğini, bütün kişiliğini yitirse de, bir tek şeyi, aşkın masumiyetini yitirmez. 
Konusunu okuduğunuz bu film, Zeki Demirkubuz'un Kader'i. Anlatıbilim üzerine okuduğum bir makalede*, yazar, makalesini dayayıp döşedikten sonra bazı filmlerin çözümlemesini yapıyor, oradan aldım. 

Demirkubuz'un filmleri çok güzeldir. C Blok, Masumiyet, Yazgı, Kader ve Kıskanmak'ı izlemiştim. Şimdi, Kader'le Masumiyet'i bir daha izleyesim tuttu. Tabii, bunlardan birini izlediyseniz diğerini de izlemeniz şart. Çünkü Masumiyet Kader'in devamı. Ondan dokuz yıl önce çekilmiş ama onun devamı. Nasıl, demeyin, izleyin görün. 


Mustafa Sözen, "Anlatı Mesafesi-Anlatı Perspektifi Kavramları, Sinematografik Anlatı ve Örnek Çözümlemeler."

Dünyanın Doğuşu

Başlangıçta her yere kaos egemendi. Hiç kimse yoktu; yalnızca Uranos ve Gaia vardı. Bu ikisi birbirine yapışık durumdaydı. Her şey karanlıktı ve hiç bir şey yoktu. Kaos vardı. 

Gaia kadın, Uranos erkekti. Gaia, Uranos'un altında hep gebe kalıyordu ama bir türlü doğuramıyordu. Bundan ötürü hep şişiyor, nefes alamayacak duruma geliyordu. Bu durumdan kurtulmak için Uranos'a tuzak kurmayı planladı. Bunun için de karnındaki çocuklarından yardım istedi, ancak hiçbiri kabul etmedi. Sonunda çocuklarından biri annesinin önerisini kabul etti ve Gaia'nın, babası Uranos'u hadım etmesine yardım etti. Bu çocuk Kronos'tu. 

Uranos bu tuzağa öylesine kızdı ki, hışımla Gaia'nın üzerinden kalktı. Bu sırada yeryüzü ve gökyüzü oluştu; Gaia yeryüzü, Uranos da gökyüzü oldu. Sonraları birbirlerini çok özlediler ama asla kavuşamadılar.

22 Mayıs 2013

Gidenler

via

Van Gogh hayatta olsaydı da görseydi bu fotoğrafı. 
Hele hele... Çehov ustamız hayatta olsaydı da görseydi.

İnsan öldükten sonra nereye gider? Ne yapıp eder gittiği yerde, bir başına? Ne yer ne içer oralarda? Buradakileri özler mi hiç, anasını, babasını, eşini, çocuğunu, kardeşini, dostunu? Geride bıraktığı yaşamını? 

Yaşamak da garip şey ölmek de. Acaba bir gün karşılaşır mıyız gidenlerle? Zaman kavramının tamamen silinip gittiği bir "zaman" gelecek mi? Bugüne kadar yeryüzünden her kim gelip geçmişse, tekmilinin aynı anın içinde yer aldığı bir sahne yaşanacak mı? Mekan olsun ama bak, mekansız olmaz. Şöyle, güzel bir bahçe, bahar havası... Hatta, bahçe bir adanın içinde, deniz de mavi mi mavi...

21 Mayıs 2013

Çay-Şeker

via
Hem çay hem de şeker, dünyanın bütün dillerine bir kökten dağılmış; çay Çinceden, şeker Sanskritçeden. İkisini de on yıl kadar önce fark etmiştim. Yalnız, şeker'in Arapçadan geldiğini sanıyordum, –evet, Avrupa dillerine Arapçadan geçmiş, doğru ama– ona da Farsçadan, Farsçaya da Sanskritçeden geçmiş. İngilizce etimoloji sözlüğü öyle söylüyor. Mesela, İngilizcedeki sugar, önceleri sugre olarak Eski Fransızcadaki sucre'den, o da Ortaçağ Latincesindeki succarum'dan, o da Arapçadaki sukkar'dan, o da Farsçadaki şakar'dan, o da Sanskritçedeki şarkara'dan geliyormuş. Bu kelime, Sanskritçede "kumtaşı, çakıl" anlamına gelen bir kökten geliyormuş. Küp şekerin şekline bakınca, şekerle çakıl arasında kurulan bağıntıyı tahmin etmek zor değil. Hem, zaten bugün de şekerin küp halini alması için taş kullanılmıyor mu? Çocukluğumda bizim Erciş Şeker Fabrikası'nın önüne kamyonlarca beyaz taş dökülmesinin nedenini merak etmişliğim çoktur. 



Pek çok Avrupa dili de kelimeyi Arapçadan almış; İtalyanlar zucchero, İspanyollar azúcar, Almanlar zucker, Hollandalılar suiker, Ruslar kalın h ile sakhar, İsveçliler socker... diyor. Yukarıda, dünyanın bütün dillerine tek kökten dağılmış, dedim ama, elbette şeker için farklı köklerden gelmiş kelimeler kullanan pek çok dil de var. Bunu da söylemiş olayım.

Dikkatimi çeken bir şey de oldu, Arapçada /ş/ sesi olmasına rağmen, kelime Farsçadan Arapçaya geçerken /ş/ sesi /s/ olmuş. Bugün de Araplar /s/ ile söylüyorlar bunu (سكر). Halbuki, çoğu zaman tersi bir durum söz konusudur, Arapçadaki /ş/ sesi Avrupa dillerine /s/ olarak geçer. Örneğin, İngilizcedeki syrup, Arapçadaki /şrb/ kökünden gelir, şarap, şurup, meşrubat kelimelerinden tanıdıktır. 


Çay'ın kökeni de Çincenin Amoy lehçesiymiş. Bugün İngilizcedeki tea, Almancadaki tee, Fransızcadaki thé, İtalyancadaki , İspanyolcadaki hep Hollandaca üzerinden gelmiş, Hollandacada da thee diyorlar. Bir zamanlar Hollandalıların Doğu Hindistan'da bir şirketleri varmış, o yolla gelmiş bu kelime. Çincenin söz konusu lehçesindeki t'e'den almışlar. Mandarin Çincesinde ise ch'a deniyormuş çaya. Bu ikinci form da Portekizce üzerinden dağılmış. Chá deniyor Portekizcede. Onlar da bir zamanlar sömürgecilik yapıyordu ya oralarda, hatta 1999'a kadar Makao, Portekiz'in kolonisiydi. Bugün Türkçede çay diyoruz, Kürtçede de bazı yörelerde çay bazılarındaysa çayê diyoruz. Ruslar (чай) ve İranlılar (چای) da bizim gibi çay diyor. Araplar şay (شاي), Yunanlılar da s'ye yakın bir ç sesiyle tsai diyor. Aslına bakarsanız hepsi de aynı kelimeyi söylüyor. 


Kelimenin neden bazı dillerde /t/ ile, bazılarında /ç/ ile başladığı da merak edilebilir. Ç'nin t'ye dönüşümü çok kolaydır. Üst üste ç ve t seslerini çıkarırken dilinizin ağzınızdaki konumuna dikkat edin, görürsünüz. 


Nereden nereye! Dil kültürü nasıl da taşıyor. Bak da şaşırma. Bugün Türkiye'de çaysız, şekersiz bir ev düşünebiliyor musunuz?   



Bizim yaylalardan birinde çekmiştim bunu.
Çoban çocuk, 2800 rakımlı dağlarda çay keyfi yapacak.
     

Öğrendiğim

Yaşadıklarımdan öğrendiğim iki şey var: 
  1. Ben yaşasam da zaman geçiyor,
  2. Ben yaşamasam da zaman geçiyor.

16 Mayıs 2013

Van Kitap Fuarı

(İçimden hep, bir gün olur mu olur, diyordum, baktım sahiden de sonunda oldu.)

Okuma gözlüğü kedimize çok yakışmış. :) Slogan olarak "kitapla barış" seçilmiş. Kim seçmiş bilmiyorum ama muhtemelen barış sürecinden esinlenilmiş. Tamam da, kitap fuarıyla barışın ne ilgisi var, diye nedenini merak edebilirsiniz. Ben bile ilkin meraklandım, ne demek acaba, kitapla barış, diye. Efendim, maalesef bizim bura insanı kitapla pek barışık değil. Maalesef ki ne maalesef. Nüfusu bir milyonu geçen, 32 yıldır üniversitesi olan bu kentte, gerçek anlamıyla kitabevi diyebileceğin bir yer yok maalesef. Evet, elbette kitapçılar var, aradığın kitabı bulmak çok da zor değil ama demek istediğim, ildeki kültür-sanat ortamı 200 bin nüfuslu bir kenttekinin düzeyinde. Umarım bir gün olması gereken düzeye gelir, diyelim.

Yes Pıliz - 3

Google Translate'e şöyle sordum: 

Şöyle cevap verdi:

14 Mayıs 2013

Arzu

Madem karşılığını vermeyeceksin, ey yüce Rabbim, içime bunca arzu, bunca istek koymanın hikmeti nedir?

13 Mayıs 2013

Ruhunu Yitirmiş Kelimelere Devam

Geçen gün espri'den bahsettik. Ruhunu yitirmiş, dedik. Bugün de, belki espri'den de ilginç bir başka kelimeden, moral'den bahsetmek istiyorum kısaca. O da ruhunu yitirmiş. 

Moral deyince aklımıza ne geliyor? Moralim bozuk, sözünü, Türkiye'nin nüfusu 76 milyon muydu, yetmiş altı milyon içinde duymayan ve kullanmayan yoktur, kalıbımı basarım. Morali bozuk ülke: sinemalarda! Şaka bir yana, sahi, moral deyince aklımıza ne geliyor Allah aşkına? Sokaktan çevirdiğiniz birine sorsanıza, moral ne demek, diye. Yanıtlayamaz. Neden? Bir kere soyut bir kelime. Ağaç nedir, diye sorsan, kökü, dalı, gövdesi, yaprağı... diye tanımlar kim olursa, ama moral öyle mi? Bu bir, bir de moral yabancı kökenli bir sözcük, içinde yaşadığın, havasını soluduğun kültürde altyapısı yok. Her neyse, sadede gelelim.

Efendim, moral, kabaca ahlak demek. Evet, bildiğiniz ahlak. O halde şimdi, moral yerine ahlak koyarak şöyle bir diyalog uyduralım, bakalım nasıl bir şey çıkıyor ortaya:
       "Selam."
       "Selam."
       "Hayırdır, neyin var?"
       "Hiç, ahlakım bozuk biraz."
       "Ne oldu ki?"
       "Yok bişey işte, sadece biraz ahlakım bozuk."
Yorumunu siz yapın. Hayır, moralim bozuk, demek hadi neyse de, kimileri, bugün çok moralsizim falan diyorlar. Yani? Yanisi şu: bugün çok ahlaksızım. Ama endişelenmeye gerek yok. Dedim ya, ruhunu yitirmiş. Kaymış gitmiş anlayacağınız. 

Peki de kardeşim, nasıl olmuş da ahlak/ahlaki anlamındaki moral, gündelik ruh halinin karşılığı olarak kullanılmaya başlamış? Tam olarak bilmiyorum maalesef. Sevan Nişanyan'a sormak lazım onu. "Moralim bozuk" sözünün ilk olarak ne zaman, kimin tarafından kullanıldığını ben de çok merak ediyorum. Ahlakmaneviyat'a, onu da ruh hali'ne bağlayarak bir tahmin yürütülebilir gerçi ama şimdi hiç karıştırmayalım. Ben etimolojiyle amatör düzeyde ilgileniyorum. Amatörlüğün gözünü seveyim. Şimdi, akademik açıdan falan etimoloji çalışıyor olsaydım, mümkün müydü bu kadar rahat tahminler mahminler yürütmek? 

Sağlıkla kalınız.

Kitapların Arasında

Academie Française, Paris, 1929
André Kertész

12 Mayıs 2013

Bay Bay

Geçen gün birden aklıma bay bay takıldı, meraklandım, bir bakayım, neyin nesidir, dedim. İngilizceden geldiği malum, bye, goodbye falan diyorlar ya.

Bay, yani bye, goodbye'ın zaman içinde kısalmış haliymiş, bye-bye olarak ikileme halinde söylenişi de ilk olarak 1709'da kaydedilmiş. Goodbye'ın evrim süreci ise çok ilginç. Bir kere, iyi anlamındaki o good, önceleri God'mış, yani Tanrı. God nasıl good olmuş, diyeceksiniz. Şöyle olmuş, önce, Tanrı seninle olsun, anlamındaki God be with ye, evrime uğrayıp godbwye olmuş. Sonra, İngilizcedeki, iyi sabahlar, iyi günler vb. sözlerindeki good'un etkisiyle (good morning, good day, good evening, good night) oradaki god, good'a dönüşmüş. Ve zaman geçmiş, goodbye halini almış. Bugün İngilizcede good-bye, good bye, good-by biçimleri de mevcut.

Size iyi dinlemeler. Hadi, bay baaay.  
    
    

Anneler Günü

© Simon Clarke

© Rachele Totaro

11 Mayıs 2013

Tekil Şahıs

— Baba, ben kaçıncı tekil şahısım?
— Üçüncü, oğlum.
— Neden?
— E, iki ablandan sonra sen doğdun işte.
— Anladım.

9 Mayıs 2013

Ruh'unu Yitirmiş Bir Kelime

"Sana bir espri yapayım mı?" 
"Yap bakalım."
"Nasıl olsun, orta mı, sade mi?"
"Ha ha ha, çok komik."

Espri ne demektir? Bazı kelimeler zaman içinde ruhlarını yitirirler. Buna pek çok dilde rastlanır. Hani, hep söylenegelir ya, dil canlı bir organizmadır, diye, sahiden de öyle, dil capcanlı bir şeydir. Böyle olunca, değişim de kaçınılmaz olur. Kaldı ki, canlı olsun, cansız olsun, her şey doğa ve özellikle de zaman karşısında değişime tabi değil midir? Bin yıl boyunca yerinden bir milim oynamayan taş bile zaman içinde ne kadar değişir. 

Kelimelerin değişimi, dönüşümü de taşlarınki gibidir, yavaş yavaş olur. Şu espri kelimesine bakın, aslında ruh demek. Ama bugün ruh anlamında kullanmaya kalk bakalım. Mesela şu yukarıdaki örnekte espri yerine ruh koyalım, bakalım oluyor mu: 
      "Sana bir ruh yapayım mı?"
      "Yap bakalım." 
Olmuyor, değil mi? Özünü yitirmiş de ondan. Saçma sapan şeyler anlatarak çevresindekileri güldürmeye çalışanlar için de mesela, çok espritüel biri, diyorlar. Halbuki, espritüel aslında ruhsal demek. Birine, çok ruhsal birisin, dediğinizde vereceği tepkiyi düşünün.

Espri, Türkçeye Fransızcadan geçmiş, ondan ötürü espri diyoruz zaten, İngilizceden geçseydi spirit diyor olacaktık. Fransızcaya da Latinceden geçmiş. Aslı spiritus'muş ve o da solumak, nefes alıp vermek anlamına gelen spirare'den gelmiş. 

Espri'yle ilgili bakınırken dikkatimi çekti, Avrupa dillerinde, örneğin İngilizce'de spirit ve soul diye apayrı iki kelime var ve her ikisi de Türkçede ruh diye geçiyor. Latincede de spiritus'un yanında bir de anima var. Bu arada, aspiratör, ispirto falan da espri'yle aynı kökten geliyormuş. Ayrıca, şimdi aspiratör deyince aklıma geldi, İngilizcede çok arzulamak anlamındaki aspire fiili var, acaba o da mı aynı kökten geliyor? Galiba evet, çünkü çok arzulayınca can atarsın ya, oradan bir bağı olmalı, bir bakmak lazım. (Baktım bile, evet, kökeni aynıymış). 

Peki, her şey tamam da, bu espri nasıl olmuş da nükte anlamında kullanılmaya başlamış? Vallahi ben de bilmiyorum. Ancak nükte'nin anlamına bakılarak bir tahmin yürütülebilir. "İnce anlamlı, düşündürücü ve şakalı söz" ve ayrıca "yazıda, resimde sözde ve davranışta ince, derin anlam" diye geçiyor sözlüklerde. İşte, nükte'nin tanımındaki bu ince, derin, düşündürücü anlamla ruh arasında bir bağ olmalı. Fakat bir dakika, espri sözcüğü, özellikle şu son on beş-yirmi yılda bir kez daha değişime uğramadı mı? Benim yukarıda uydurduğum diyalogdakine benzer tırıvırı şeylere espri deniyor artık. Şimdiki insanların, hele de gençlerin, çocukların esprilerinde inceliği, derinliği, ruh'u ara ki bulasın. 

Paralel Cennetler

Bir arkadaş sormuş: 
Hocam, şimdi cennette herkesin her istediği olacak ya, ben ve bir arkadaşım, diyelim cennette şut çekmece oynuyoruz. Ben çektiğim şutun gol olmasını istiyorum, kaledeki arkadaşımsa şutumu kurtarmak istiyor. So what? 
Adam böylesi zeka parıltılı bir soru sormuş, şimdi bir yanıt vermek icap eder, dedim ve düşünmeye koyuldum. Allah'tan felsefe var ve kıyısından köşesinden de olsa felsefe okumuşluğumuz var. Fazla düşünmeme gerek kalmadı, birden aklıma paralel evrenler meselesi geldi, nereden geldiyse. Paralel evren, bilenler bilir, bilmeyenler Google üstadımıza sorabilir, felsefeden edebiyata, fizikten kozmolojiye pek çok alanda konuşulan bir teori. Halihazırda içinde yaşadığımız dünyanın yanında başka dünyaların da var olabileceğini ileri süren bir teori. Çok genel oldu ama, dediğim gibi, isteyen arayıp detaylarını okuyabilir. 

Soru bana oldukça mantıklı göründü. Cennette herkesin her istediği olacak, diyor kutsal kitaplar. Sahiden, nasıl olacak bu iş? İşte, burada naçizane benim "teorim" devreye giriyor: Paralel cennetler teorisi. :) 

Arkadaşımın örneğini biraz genişleterek gidelim. Diyelim ki futbol oynanıyor, her iki takım da kazanmak istiyor, Aristoteles mantığına göreyse aynı maçı her iki rakibin birden kazanması mümkün değil, sonuçta ne olacak peki? Paralel cennetler teorisine göre her iki takım da maçı kazanır, yani istediğini elde eder. Aynı anda oynanan o maç gerçekte tek bir maçtır ama birden fazla evrende/cennette cereyan eder. Anlaşılabiliyor muyum acaba, bir olay aynı anda birden fazla yerde geçer. (İyisi mi fazla kaçırmadan burada keseyim). Nasıl teori ama?

6 Mayıs 2013

Riyakarlık

Bu sabah çok "keyifli" bir sohbete kulak misafiri oldum. Minibüse bindim ve sondan bir önceki boş koltuğa geçip oturdum. Arkamdakiler memleket meseleleri üzerinde, alçak sesle ama hararetli mi hararetli tartışıyorlardı. Tartışma, koltuktaki üç kişiden ikisi arasındaydı. 

Kahramanlarımızdan biri koyu Milli Görüşçü, sürekli Erbakan döneminden dem vuruyor, ülkenin o zaman ne kadar iyi, adil, dürüst yönetildiğinden falan söz ediyor, şimdiki hükümeti, Erdoğan'ı falan eleştiriyor. Diğeri de, doğrudan Erdoğancı görünmemekle beraber şimdiki bazı politikaları destekliyor, ama çoğunlukla yaptığı bu değil, Erbakancı'nın söylediklerine itiraz etmek.

Milli Görüşçü ezbere konuşuyor, şu şöyle, bu böyle... Bildiği bir şey yok. Rastgele karanlığa sıkıyor. Birkaç kalıplaşmış şey var kafatasının içinde, onları sayıp döküyor. Allah bizi bu zihniyetten korusun. Allah bu zihniyeti düşmanıma vermesin. Hakikaten zor iş, bildiğiniz körlük. Hatta, ne bildiğiniz körlüğü, ben gözü görmediği halde sağ salim insanlardan daha düzgün yürüyen insanlar gördüm. Göz körlüğünde bir şey yok, ama bazı insanlarda beyin körlüğü var, onların durumuna çare de yok.  

Bir ara faizden açılıyor söz. Beriki, "Erbakan hocamız döneminde faiz maiz yoktu, havuz sistemi vardı," diyor, "fırsat vermediler, verselerdi, Erbakan Hoca bütün bankaları kapatacaktı," diye de ekliyor. Ötekiyse cevabı oturtuyor: "Nerede faiz yoktu yahu, İmar Bankası o zamanlar faizin anasını ağlatıyordu."

Söz İsrail'e geliyor. İsrail'in Türkiye'den dilediği özüre, gizli emellerine, bizi yakında bilmem ne edeceğine, gizli dünya devletine falan girip girip çıkıyor bu iki arkadaş. Oradan, içimizdeki kafirlere geçiyorlar, her zamanki gibi Yahudilere dayandırıyor Milli Görüşçü, diğeri daha ılımlı, eğer ortada bir sorun varsa, kaynağını biraz da kendi içimizde aramak lazım, yollu bir şeyler söylüyor, ayrıca, "senin o Yahudi, kafir dediğin insanlar da bu ülkenin vatandaşı," diyor, o böyle deyince muhatabı hızını alamıyor, "İslam ülkesi abi burası, defolup gitsinler," diyor. Al sana hoşgörü. 

Benim her zaman söylediğim bir şey var: Gerçek dindarlar sessizdirler. Din konusunda en çok sesi çıkan, en bağırıp çağıran, en kendini gösterenler en dinsizlerdir, bunu hiçbir zaman unutmayın. Siz bakmayın sabah akşam namaz kıldıklarına. Dindarlık sessizliktir. 

Bakınız, size bir şey söyleyeyim. Burası İslam ülkesi, defolup gitsinler, diyen kişinin bağlı olduğu Milli Görüş cemaatinin Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde yüz binlerce takipçisi var. Bir Hristiyan, burası Hristiyan ülkesi, defolup gitsinler, dediğinde bunlar ne der acaba? Bir zamanlar, yine Milli Görüşçü olan bir arkadaşla konuşuyorduk. İmkanım olsa çekip yurtdışına gideceğimi, birkaç yıl dışarıda yaşamak istediğimi söylemiştim. O da bana, istersen seni hemen Amerika'ya gönderebilirim, demişti. Bunu nasıl yapacağını sorduğumda, cemaatle, yanıtını vermişti. Olaya bak, yerleşmeyi, paşa paşa yaşamayı bildikleri, diplomatik ilişkiler bile kurdukları, bütün imkânlarından yararlandıkları Amerika'ya kafir demekte beis görmezler. Keza Avrupa'ya. Riyakarlığın âlâsı.

Şunu da özellikle belirtmek istiyorum, burada konu Milli Görüşçü bu arkadaş olduğu için, yalnızca Milli Görüşçüleri eleştirdiğim sanılmasın, bildiğim pek çok grup, cemaat adı altında yapıyor bu riyakarlıkları. 

Konumuza dönelim. O iki arkadaşın tartışması devam ediyor. Minibüsten inmemize bir dakika kala, o ana kadar hiç konuşmamış olan üçüncü kişi söze giriyor, kendisi de bir cemaat mensubu, besbelli, ama hangi cemaatten emin değilim, "yahu hoca," diyor Milli Görüşçüye, "Kuran'ın kesin emridir, imam kimse ona uyacaksınız. Sen camiye gittiğinde, imam kim olursa olsun ona uymak zorundasın." Muhatabı, başka cami mi yok, demeye getiriyor, bu tekrarlıyor, üstüne basa basa, "Kuran söylüyor bunu kardeşim, ben söylemiyorum, devletin başındaki kişi, devletin imamıdır," diyor ve sürdürüyor, "bugün imam Recep Tayyip Erdoğan'dır, ona uyacaksın, bu kadar basit." İçimden, madem öyle, be hey riyakar, Ahmet Necdet Sezer döneminden niye o kadar "memnundunuz", Ecevit döneminden niye o kadar "hoşnuttunuz," diye geçiriyorum. Tartışmaya katılmıyorum, cahil cühelayla tartışma, boşunadır, demiş bilgeler.

5 Mayıs 2013

Pencerenin İcadı

via
Yeryüzünde yaşam kurulmaya başladığı zamanlarda her şey doğal'dı. O kadar ki, henüz doğal kelimesi bile yaratılmamıştı, zira yapay hiçbir şey yoktu. Doğa vardı ve doğanın bir parçası olan insan. Gerçi, insanın cennetten kovulup da geldiği söyleniyor ama, kutsal kitaplardan öğrendiğimize göre cennet de pek öyle yapay bir yere benzemiyor, hatta söylenenlere göre orada asla bozulmayan bir doğallık var, içinden bal, süt akan ırmaklar filan.

İnsanlar başlangıçta, yani her şeyin en başında, doğada yaşıyorlar, geçimlerini de yine doğadan sağlıyorlardı. Avcılık-toplayıcılıkla uğraşıyorlardı; doğadaki hayvanları avlıyorlar, doğadaki ürünleri topluyorlardı. Sonra çoğaldılar. Çok sonra tabii, binlerce yıl sonra.

İnsanlar çoğalınca doğa onlara yetmez oldu "doğal olarak". Ne yapalım, ne edelim, derken bir çare buldular: Biz çoğaldıysak doğayı da çoğaltmalıyız ki bize yetsin, dediler ve tarımı buldular. Tarım: insanlığın ilk devrimi.

Tarıma başlayınca insanlar, o zamana kadar her nasılsa akıllarına gelmeyen bir şeyi fark ettiler. Gezmeden tozmadan da yaşanabiliyordu. Yerleşik hayat önceleri olabildiğince şaşırtıcı geldi onlara. O zamana dek nerede av varsa orada avlanmışlar, nerede meyve varsa orada toplanmışlardı. Ama şimdi tarıma geçmişlerdi artık, ekip biçtikleri toprakların başında beklemek gereği doğmuştu, kısacası, toprak onları kendine bağlamıştı. Zaten toprağa bağlı değil miydiler? O güne kadar ne yiyip içmişlerse hep topraktan gelmemiş miydi? İşte buydu şaşırtıcı olan, toprağa bağlı olmanın başka bir boyutu olabileceğini hiç düşünmemişlerdi. 

Yerleşik hayata geçtikten kısa bir süre sonra, böyle dışarıda, açıkta yaşamanın sıkıcı olduğu kanısına vardı insanlar. Evet, önceleri de öyle yaşıyorlardı ama en azından her gün başka bir yerde. Ama şimdi işin rengi değişmişti. Bir süre düşündüler ve, madem artık hep burada yaşayacağız, hiç olmazsa "başımızı sokacak" bir yer yapalım, dediler.  Böylece ev doğdu. İnsanlar hızla kendilerine ev yapmaya başladılar. Zaman da ilerliyordu bu arada. Birkaç yüzyıl daha geçince, neden daha derli toplu yapmıyoruz ki evlerimizi, diye sordular birbirlerine. Sonra hemen daha iyi, daha güzel, daha kullanışlı evler yapmaya giriştiler. İşte tam da o sırada birinin aklına ilginç mi ilginç bir fikir geldi. "Yahu arkadaşlar," dedi, "durun bir dakika, madem artık evlerimizi daha büyük yapıyoruz, şöyle duvarlarda bir delik bıraksak, içeriye ışık girse, nasıl olur?" Bir anlık sessizlik oldu. Oradakiler, nasıl oldu da şimdiye dek akıl edemedik bunu, diye hayıflandılar. Buluşun sahibini kutladılar ve derhal buluşunu uygulamaya koydular. Artık herkes yeni yaptığı evinin duvarında bir delik bırakıyordu, kimisi büyük, kimisi küçük. Böylece pencere doğdu

Aradan uzuunca bir zaman daha geçti. Fenikeliler camı buldular bu kez. Tesadüfen buldukları söyleniyor, ne kadarı doğru, Allah bilir. Cam bulunduktan sonra yine binlerce yıl önceki sahnenin bir benzeri yaşandı. "Arkadaşlar," dedi biri, "biz bu camı neden pencerelerimizde kullanmıyoruz ki? Dışarıdan gelen tozu, soğuğu falan yalıtmış oluruz." Gene bir anlık sessizlik oldu. Oradakiler, nasıl oldu da şimdiye dek akıl edemedik bunu, diye hayıflandılar. Buluşun sahibini kutladılar ve derhal buluşunu uygulamaya koydular. Herkes pencerelerine cam taktırmaya başladı. 


© Bengi Gencer
Gündelik hayat böyle sürüp giderken, insanlar bir gün aniden birbirlerinden gitgide koptuklarını fark ettiler. O güne kadar evin içi-dışı vardı elbette ama "camların ardı" yoktu. Geçmişlerini düşündüler. Atalarını, onların bu dünyada yaşamaya başladığı ilk günleri hayal ettiler. Aralarından atalarına özenenler de çıktı. "Ah keşke," dediler, "onlar gibi "özgür" yaşamayı becerebilseydik! Onlar gibi birbirimize bağlı, birbirimize yakın olabilseydik!"

Çocuğunun Söylediği

Bir çocuk "HAYIR" dediğinde
Göğe bakın
Kuşlar uçuşuyor mu
Yoksa bir uçak mı yaklaşan
Kuşkulu

Uyku mu karşı koyduğu

Yoksa kararan ekran
Bir gülüşün ölümü
Kırılışı mı bir oyuncağın

Büyür çocuk

İnsan
Hayır

Sennur Sezer

3 Mayıs 2013

Heves

Blogu tıraş ettim. Dedim, mayıs ayına girerken bir değişiklik olsun, bahar geldi zira. Lakin, pek içime sinmedi bu yeni hali. Ama ziyanı yok, hele birkaç gün dursun böyle, değiştiririz yeniden. Çocukluğumda babam ne zaman, senin saçlar uzamış, gel biraz kısaltalım, derse, kaçar, saçlarımı kestirmek istemezdim, o da, kökü sende nasıl olsa oğlum, yine uzar, diyerek beni yatıştırmaya çalışırdı. Öyle de, heves dediğimiz şey var bir de. Heves zamana, dahası, o an'a bağlı bir şeydir. Her neyi elde etmek istiyorsan, hemen o anda elde etmek, neyin olmasını, neyin kalmasını da istiyorsan, yine o anda olup kalmasını istersin. 

İnsanın hevesi de, zaman geçtikçe gitgide azalmakta birçok konuda. Eskiden, mesela bundan beş altı yıl önce, o kadar sık değiştiriyordum ki blogumun imajını, deyiş yerindeyse oynuyordum onunla. Son yıllarda bir istikrar tutturdum, bakalım. :)

Yazıları bundan böyle daha büyük yazacağım, bu canlı örnekte de görüldüğü gibi. Ayrıca, birden fazla yazı tipi kullanacağım. Favorilerim Cambria, Georgia ve Helvetica. Renk olarak da artık bu rengi kullanacağım, önceleri hep siyah yazıyordum, zemin beyaz olunca siyah biraz göz yoruyor anlaşılan. 

İyi, tamam o zaman, daha sonra görüşürüz. 
;)     

Yabancı Dil

And'in ve demek olduğunu hemen öğrenir böylece.

2 Mayıs 2013

Düzen

(Her renk bir kişi olmak üzere:)
"Aa, falankes, yeni telefon almışsın?"
"He ya, aldık hocam."
"Eskisine ne oldu?"
"Çaldırdım ya, haberiniz yok mu?"
"Hadi ya, geçmiş olsun, haberim yoktu."
"Sağolun."
"Nedir o, es üç mü?"
"Yok, es iki bu."
"Es üçü filankes almış."
"Evet ya, gel sana satayım, diyordu dün. Dedim, ben ne yapayım es üçü, yakında es dört çıkacak."

Memleketin hali bu işte. Sonra da, yok efendim Amerika bizi şöyle yapacak, yok efendim Avrupa bizi böyle yapacak... Yok İsrail bizi gizli emellerine alet ediyor, yok İran bize şeriat getirtmeye çalışıyor... Yok şu yok bu, yok cart yok curt... Zilli de maşa darbuka.

Öğretmen odalarında eskiden kadın öğretmenlerin bir kısmı örgü örer, bir kısmı dolma-sarma muhabbeti yaparken, erkek öğretmenlerin de bir kısmı Posta gazetesi okur, bir kısmı da Fenerbahçe-Galatasaray muhabbeti yapardı. Şimdi devir değişti, artık "kutuplaşmalar" var. Kimi öğretmenler iPhone'cu, kimileri Samsung'cu, kimileriyse Blackberry'ci. Bir de internetten alışveriş modası var artık, kimisi Trendyol'cu, kimisi Limango'cu, kimisi bilmem neci. Kadını erkeği de kalmadı zaten, oh ne güzel, eşitlik geldi, yaşasın!

Kim ne derse desin... İmkânlar arttı, internette bilgi elinin altında, şimdiki çocuklar cin gibi... falan filan. Bir türlü eğitim-öğretimin daha iyiye gideceğine ikna olamıyorum.  
Sayfa başına git